David Bowie: Uzay muamması ve ötesi
David Robert Jones, nam-ı diğer David Bowie, 8 Ocak 1947’de, İngiliz baba ile İrlandalı/Katolik annenin oğlu olarak Londra’nın banliyösü Brixton’da dünyaya geldi. Aynı gün, ABD’nin Tennessee eyaletinin yoksul bir köşesinde, Elvis, muhtemelen yeni öğrendiği Memphis blues şarkılarını çalarak 12. yaşgününü kutluyordu. 1959’da, “genç teğmen” Colin Powell’ın da görevli olduğu Almanya’daki bir Amerikan üssünde askerliğini yapan Elvis yaşgününü üniformayla kutlarken, 12 yaşına basan Bowie, babasının hediye ettiği saksofonla müziğe başladı. Hayattaki tek gayesi, bir gün Little Richard’ın grubunda çalmaktı. Efsanevî gitarist Peter Frampton (Humble Pie) ile aynı sıraları paylaştığı lise yıllarında bu yolda ciddi adımlar attı; blues menşeli rock & roll gruplarına saksofonist olarak katıldı.
Ancak iki olay David Bowie’nin kaderini değiştirdi. İlki, kankası George Underwood’la (erken Bowie albümlerinin kapaklarını yapan grafik sanatçısı) kız meselesi yüzünden giriştiği kavgada sağ gözüne aldığı darbeydi. George, o zamanlar moda olan iri taşlı yüzüklerden takıyordu. Bu yüzden attığı yumruk Bowie’nin gözbebeğinde ağır hasara yol açtı. Okuldan uzak kaldığı sekiz ay boyunca yapılan ameliyatlar hasarı tamamen gideremedi. Doktorlar görme duyusunun büyük ölçüde geri dönmesini sağlasa da, Bowie’nin sağ gözbebeği kalıcı olarak genişleyerek kahverengi bir ton aldı, derinlik ve renk algısında kayıplar meydana geldi. Bu fiziksel ve ruhsal altüst oluş dönemi, gerçek anlamda bir “vizyon” değişimiydi: Dışardan görünüşü kadar, dünyaya bakışı da değişmişti.
“Dünya gözünü Ay’a ayak basan ilk insan NEIL Armstrong’a çevirmişken, DAVID BOWIE öte galaksilere ait androjen yabancı imgesiyle ortaya çıkıverdi.”
Bowie’nin kaderini yönlendiren ikinci olay, ilkinin aksine, son derece klişeydi: Bir gece çaldığı grubun solisti gelmeyince şarkıları o söyledi ve herkesi büyüledi. Londra’nın Little Richard’ı gelmişti. Bundan sonra saksofonu ikinci plana alıp şarkı yazmaya ve söylemeye başladı. 17’sinde Davie Jones adıyla ilk 45’liğini, 20’sinde ilk albümünü yayınladı. Ama Bowie’nin rock starlığının milâdı, 1969’da İngiltere’de bir numara olan “Space Oddity” (Uzay Muamması) şarkısıydı. Onu genç yaşta “çağın ruhu” haline getiren şarkıda uzayın derinliklerinde kaybolan astronot Major (binbaşı) Tom’un trajedisini anlattı. “Space Oddity” 45’liğinin çıkışıyla Apollo 11’in Ay’a inişi eşzamanlıydı. Dünya gözünü Ay’a ayak basan ilk insan Neil Armstrong’a çevirmişken, David Bowie öte galaksilere ait androjen yabancı imgesiyle ortaya çıkıverdi. Aynı zamanda dünyaya da bir “uzaylı” ayak basmıştı. BBC uzay haberleri jeneriğine “Space Oddity”yi koyunca bu işler Bowie’den sorulmaya başlandı. Sonraları Nicolas Roeg’in sinema şaheserine dönüşen “Dünyaya Düşen Adam” efsanesi, pop kültürde Bowie’nin ta kendisiydi. Apollo 11, Başkan Kennedy’nin ‘60’ların başında NASA’nın önüne koyduğu “astronotların Ay’a ayak bastıktan sonra sağ salim dünyaya dönmesi” hedefini gerçekleştirmeyi başarmıştı. Ay’a dikilen Amerikan bayrağıyla taçlandırılan bu ultra-militarist zafer, ABD’yi Soğuk Savaş döneminin psikolojik galibi haline getirdi; emperyalist egemenliğini pekiştirdi. Artık dünyanın her yerinde, Ay’a bakan herkes “süper güç” Amerika’yı görüyordu. “Güneşin asla batmadığı” Britanya İmparatorluğu’nun pabucu dama atılmıştı. Ay’ın fethi, o sırada devam eden Vietnam Savaşı’nı kaygıyla izleyen yeryüzü uygarlıklarının bağımsızlık mücadelesinde büyük bir demoralizasyon kaynağı oldu. Çünkü, günümüzde dünya yörüngesindeki binlerce uydunun denetiminde yaşanan ultra-kapitalist küreselleşme sürecinin de bütün açıklığıyla gösterdiği gibi, aslında fethedilen dünyaydı…
“BOWIE, Kennedy ve Armstrong’un aksine ‘dünyaya dönmemek’ üstüne bir kurgu yaptı.”
Armstrong “benim için küçük, insanlık için büyük bir adım atıyorum” demişti. Bowie’nin derdi de tam bu “insanlık” kavramıydı. Major Tom’un acı hikâyesi, ötekine karşı üstünlük kurmak adına her şeyi yapmaya hazır olan “insanlık” idealine, NASA’yı histerik alkışlara boğan Batılı propagandanın örtmeyi başaramadığı, kapkaranlık bir boyut ekledi. Emperyal kâbusu görünür kıldı. Kennedy ve Armstrong’un tersine, Bowie “dünyaya dönmemek” üstüne bir kurgu yaptı. Bu, damardan varoluşçu bir restti. Major Tom yer-kontrol ile son bağlantısında şunları söyledi: “100 bin mili geçmeme rağmen / Çok sakin hissediyorum / Ve bence uzay gemim nereye gideceğini biliyor / Karıma söyle, onu çok seviyorum / (O bilir!)” Sonra yeryüzüyle bağlantısını keserek kendini sonsuz boşluğa bıraktı. Dünyadan bakınca bir tür intihar gibi görünen uzay sarhoşluğunun içinde insan olmanın anlamını aramaya koyuldu. Şarkının finali tüyler ürperticiydi: “Burada teneke kutumda yüzüyor muyum / Ay’ın çok üstünde / Dünya gezegeni mavi / Ve yapabileceğim hiçbir şey yok.”
Söz konusu olan “mavi” aynı zamanda blues’un mavisiydi, hüzündü. Sonuçta dünya kederli bir yerdi. Tam zamanında kurulan bu çokanlamlılık, tek bir sözcükle bunca şeyi ifade etme yeteneği büyük bir şairin müjdecisiydi. Kuşağını yürekten vuran “Space Oddity”nin esin kaynakları arasında uyuşturucular da bulunuyordu, daha başından “Protein haplarını al / Kaskını başına geçir” denmekteydi. Ama Stanley Kubrick’in 1968’de vizyona giren “2001: Space Odyssey” filmi ve buna temel oluşturan Arthur C. Clarke öykülerinden gelen esinin yanında keyif verici maddelerin esamesi bile okunamazdı. David Bowie’yi büyük yapan, 22 yaşında bir genç olarak, Kubrick-Clarke ikilisinin boğuştuğu insan evrimi, teknoloji, bilim ahlâkı, yapay zekâ, uzayda yaşam gibi modern felsefî sorunları sezgileriyle kavrayıp şiire dönüştürebilmesiydi.
Bowie’nin yapıtı, tek hücreli organizmalar gibi, her seferinde kendini parçalara bölerek üredi. Böylece eskisinin izlerini taşıyan yeni bünyeler oluşturdu: “Space Oddity” ile açılan glam rock dönemi, 1974’te r&b ve funk’a yönelişi, Iggy Pop’la Berlin yılları, 1980’de Major Tom’un yer-kontrol ile tekrar bağlantı kurması, Brecht’le yerçekimine dönüşü, synth-pop akımı, power trio’yla punk rock, Brian Eno albümleri, Philip Glass’la minimalist işler, endüstriyel, drum & bass, hiphop denemeleri vb… Bu “tekhücrelilik” vasfının tamamlayıcısı “androjen persona”yı (Camille Paglia) kılıktan kılığa sokan Bowie, yaptığını bir daha tekrarlamayarak dehasını yeniliğe adadı. Ama ne yaparsa yapsın kendiydi.
1997’de, insanlar internetin ne olduğunu dahi henüz tam olarak anlamamışken, “Telling Lies” single’ını sadece sanal ortamda yayınlayarak tarihsel bir tavır aldı. MP3 mücadelesinde, çokuluslu müzik tekellerine karşı dünya gençliğinin sözcülüğünü üstlendi. 2000’de ve 2004’te, “Sir” unvanı almaya giden iki kraliyet nişanını da reddetti. Bu mavi gezegendeki saygın duruşuna ne kadar da yakışıyor. David Bowie, “Sir” olmayacak!
Yazı: Erdir Zat; Roll, sayı 115, Şubat 2007
Yorumlar
Yorum Gönder